Para...Para...Para

Üzerlerinde işaretler bulunan ve salkım şeklinde döküm olarak
elde edilen bronz para levhacıklar takas aracı olarak kullanıldı.
Dünya üzerinde öyle kavramlar vardır ki, çok kısıtlı ya da tek bir şekilde tanımlanırlar. Çoğunlukla doğal ve fiziksel olgular bu sınıfa girer. Suyun özgül ağırlığı ya da yerçekimi için elli değişik tanım yoktur; tanımlanırlar, ölçülürler, kullanılırlar. Oysa fiziksel olması bakımından fiziksel olan, ölçülebilen, kullanılabilen "para"yı bir kavram olarak ele aldığımızda tam ve kesin olarak bir tanımlama kargaşası başlar. Önce "ne olduğu" ya da "ne olmadığı" irdelenir. Sonra "işlevi, etkisi ve önemi" tartışılır.
Bazı kişiler, daha doğrusu "tuzu kuru" olanlar ya da "rind takılanlar", parayı "ellerinin kiri" olarak nitelendirirler. Kimileri için "yokluğu bir sorun", kimileri için de "çokluğu bir dert" yaratan bir nesnedir. Ancak çoğunluk açısından, sıralamalarda hep birinci konuma yerleştirilir. Sanırım, ünlü düşünürümüz Hoca Nasreddin bile "Parayı veren düdüğü çalar" sözüyle müzikteki başarının da yetenekten çok paraya bağlı olduğunu vurgulamaya çalışmıştı.
Kısa da olsa, tarihin akışı içinde örneklerle paranın "ne olduğunu" ya da "ne olmadığını" görmeye çalışalım. Günümüzde bilimin kabul ettiği kadarıyla en gelişmiş "primat" olan insanoğlu işe, öncelikle kendi güvenliği açısından, iki arka ayağı üzerinde yükselip çevresini kollamakla başladı. Böylece tehlike ya da olumsuzlukları daha uzaktan görebiliyor ve tedbirini alabiliyordu. Ancak kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenen insanın aynı zamanda ufku da, güncel bir deyişle, "vizyonu" da gelişti. Yaşantısını sürdürmek için "toplayıcılık" yapan ve bu şekilde besin bulabilen insanoğlu bundan sonra, iki ayağı üzerine dikildikten sonra, "arayıcılık" yapmaya başladı. Bu arada boşta ve işsiz, işlevsiz kalan iki ön ayak da "kol" adını alarak aletler kullanmaya başladı.
Aletleri ya da daha doğru bir sözle, araçları kullanmaya başladığı an, insanoğlu bulunduğu çevreyi de kendisi için en uygun olacak biçimde değiştirmeye yöneldi. Çevresinde kullanmak için hazır olanı bulup almak aşamasını geçerek, aslında kullanmak için henüz hazır olmayanı da arayıp bulmak ve almak sürecine girdi. İşte bu noktada, "tarım" ve "avcılık" denilen iki önemli etkinliği gerçekleştirmeye başladı.
İnsanoğlunun yaşamı açısından çok uzun, ancak dünyamız açısından çok kısa bir süre sonra bu etkinlikleri daha da yoğun bir şekilde yapabilmek için "yerleşik düzene" geçti.
Daha önceleri yemek için et ve ot, barınmak için kovuk ve mağara, örtünmek için deri ve posttan başka bir gereksinimi olmayan insanoğlunun yerleşik düzene geçince, bu gereksinimleri arttı ve çeşitlenmeye başladı. Yerleşik düzene geçerek etkinliği artan insanoğlunun aynı zamanda gereksinimleri de üretimi de artıyordu. Toprağı işlemek için yeni araçlara, hayvanları avlamak için yeni silâhlara, yaşamak için ise yeni alanlara gereksinim duyuyordu. İşin ayrıca kötü tarafı da bu gereksinimleri gidermek için çözüm bulma konusunda pek de başarılı değildi; ya zamanı, ya da bilgisi yetmiyordu. Böylece yerleşik düzene geçiş, kendine özgü sorunları da getirmiş oluyordu.
Daha alışılmış deyimleri kullanırsak, insanoğlu yerleşik düzeni ile "üretim" adını verebileceğimiz bir etkinliği başlatmış oluyor, ancak, gereksinim duyduğu her şeyi kendisi sağlayamıyordu.
Üretim, işbölümünü yani bir uzmanlaşmayı zorunlu olarak dayatıyordu. Herkes belli bir konuda ya da alanda ustalaşıyor ve üretimini yapıyordu. Ancak işte bu noktada bir sorun kendisini gösterdi. Elinde kendi kullanacağından fazla hayvan postu bulunduran avcı bunları ne yapacağını düşünürken, avcının kullandığı çakmaktaşı bıçağı yapan usta da kışı daha rahat geçirmek için örtüneceği postları nereden edineceğinin planlarını kuruyordu. Çözüm, ilk adım olarak, kendiliğinden ortaya çıktı. Usta, elindeki bıçaklara karşılık post alabilirdi. Hafif bir "pazarlık" sonunda anlaşma sağlanınca herkes istediğine kavuşmuş oldu. Böylece karşılıklı mal alıp vererek yapılan "takas" sorunu çözümlüyordu.
Kısa bir süre sonra bu çözüm de yetersiz kaldı. Bıçağı alan avcının aynı zamanda başka gereksinimleri de vardı; onları karşılayacak kişinin de, gereksinimleri arasında post yer almıyordu. Ayrıca takas edilecek malların alınıp verilecek miktarları da her zaman birbirine denk düşmüyordu. Sorun yeniden başgösterdi: Herkes, her zaman, her şeye gereksinim duymuyordu.
İlk takas aracı: koyun ve tuz
Bu durumda takas olayına bir yenilik getirilmesi kaçınılmazdı. Takası, o an için gereksinim duyulan mallar arasında doğrudan doğruya yapmak yerine, herkesin, her zaman gereksinim duyacağı, yani "herkesin, her zaman kabul edeceği bir malı" arada kullanarak yapmak yoluna gidildi. Böylece, beslenmek için gereksinimi duyulan eti sağlayan hayvan, yani koyun, "ilk takas aracı" olarak kullanıldı. Elinde fazla vahşi hayvan postu olan avcı bunları vererek "koyun" aldı ve sonra da "koyun"u vererek gereksinim duyduğu diğer nesneleri elde etti. Bu dönemin kalıntılarına günümüzde Latince kökenli Batı dillerinde hâlâ rastlanmaktadır. Latince "koyun sürüsü" anlamına gelen "pecunea" sözcüğü, örneğin Fransızca'da, "parasal" anlamında kullanılan "pècunier" sıfatında yaşamaktadır.
Bazı bölgelerde de ara takas malı ya da takas aracı olarak hepimizin tanıdığı tuz kullanıldı.
Yiyeceklere lezzet veren ya da saklamak için gereken kimyasal etkiyi yapan tuz, tarih boyunca, Osmanlı dönemi ve Cumhuriyetimizin ilk yılları da dahil olmak üzere, bir "monopol" yani "tekel" maddesi olacak derecede önemliydi. Yine Batı dillerinde bu dönemin kalıntılarına rastlıyoruz.
İngilizce'deki "the salt" sözünden "the salary", Fransızca'daki "le sel" sözünden "le salaire", İspanyolca'daki "la sal" sözünden de "el salario", maaş ya da ücret anlamına gelen sözcüklerdir.
"Koyun" ve "tuz" herkesin, her zaman kabul edeceği takas aracı olarak kullanılıyordu fakat bu da yeterli olmadı. Çünkü, koyun ölebiliyor, tuz ise bazen istenmediği halde eriyordu. Herkesin, her zaman kabul edeceği malın aynı zamanda "dayanıklı" da olması gerekiyordu. Çeşitli nesneler girdi devreye: Deniz kabukları ya da renkli boncuklar gibi. Ancak bu nesneler de bazen çok kolaylıkla, doğadan elde edilebiliyordu. Bu durumda da karşı tarafa kabul ettirmek zorlaşıyordu. Kullanılacak malın "herkesin, her zaman kabul edeceği, dayanıklı ve nadir bulunan" bir mal olma özelliğini taşıması gerekiyordu.
İnsanoğlu bu sürede "teknoloji"yi geliştirmiş ve madenleri işlemeye başlamıştı. Büyük maden alaşım kalıpları istenilen bütün özelliklere sahip oldukları için takas aracı olarak işlev kazandılar. Ancak dertler yine bitmedi. Bu kez de taşıma sorunu çıktı ortaya. Bugünkü deyimle, birkaç kiloluk kalıpları bir yerden bir yere götürmek oldukça zor ve gereksizdi. Bu nedenle bu alaşım kalıplarını hem taşıma kolaylığı açısından, hem de takas sırasında alınan ile verilenin denk olması bakımından, daha ufak parçalar halinde yapmak kaçınılmaz bir zorunluluk oldu. Bu parçalar, kolaylıkla taşınmaları için ufak toplar yani bilyeler şeklinde hazırlandı.
"Kendisi mal olan para"
Bu arada insanoğlu gereksinimlerini gidermek için üretim yapmak ve ürettiğinin fazlasıyla diğer gereksinimlerini karşılamak aşamasını çoktan aşmıştı. İşin içine değer ve artık değer kavramları (elbette bilinçli bir şekilde olmadan) girmeye başlamıştı. Elinde en fazla mal bulunan kişi, yaşadığı toplumda en fazla sözü geçen kişi oluyordu. Bu da toplumsal açıdan yeni bir oluşum ya da yeni bir düzenleme anlamına geliyordu. Elinde en fazla artık değer bulunduran kişi, üretim yaparak katma değer yaratan kişileri yönetmeye başlamıştı. Sahibi olduğu malların kime ait olduğunu belirtmek için bu malların işaretlenmesi gerekiyordu. Müzelerde sık sık gördüğümüz, kolay kullanılması için silindir şeklinde yapılmış olan "mühür taşları" işte bu nedenle ortaya çıktı. İçi silme eritme yağ ile dolu bir güğümün ağzı çamurlu toprakla örtülüp bu mühürle işaretlenince o malın kime ait olduğu da anlaşılıyordu.
Toplanan artık değer bir mülkiyet hakkına dönüşüyor, bu mülkiyet de bir işaretle somutlaşıyordu. Elde bulundurulan malları ya da daha doğru bir deyimle, değerleri işaretlemek, bu malları edinmek için kullanılan "takas araçlarını" da işaretlemek gereğinden çıkıyordu. Üzeri işaretlenecek takas aracının madeninden daha sert bir madenden yapılmış bir mühür-kalıp, bu sorunu çözmeye yeterli olacaktı.
Böylece, "para" ortaya çıkmıştı: "Herkes tarafından, her zaman kabul edilen, bozulmaz bir maddeden yapılmış, zor bulunduğu için önem verilen, kolaylıkla taşınan, takas sırasında alınacak ya da verilecek tüm mal miktarlarını değer olarak denkleştiren, tanınmasını sağlayacak işaretler taşıyan ve aslında kendisi de bir mal" olan "para" ortaya çıkıyordu.
İlk paralardaki Tanrı ya da lider sembolü
Tarihte, somut anlamıyla, "ilk para"yı hazırlama ya da daha geçerli bir ifade ile ilk parayı "basma" şerefi Anadolu'da yaşayan atalarımıza aittir. Bugün, Manisa ilinin Salihli kasabası yakınında bulunan ve eski adıyla "Sardis" diye anılan kent-devlet, yaklaşık olarak M.Ö. 640 yıllarında ilk parayı basmıştır. Sardis yakınlarından geçen Pactolos ırmağının sularından topladıkları altın zerreleri gümüş ile karıştırılmış ve "elektron" adı verilen bu alaşım ilk paranın basımında kullanılmıştır.
Çoktanrılı antik çağlarda, kentte yaşayanların devamlı olarak Tanrılarına sundukları adaklar, tapınaklara büyük bir maddi güç sağlamıştır. Tanrıların görevlendirdiği düşünülen ve tapınakta görev yapan rahip ve rahibeler de bu sayede güç sahibi olmuşlardır. Bu nedenle basılan ilk paralarda kent devletinin en büyük Tanrısını temsil eden şekiller yer alırdı. Örnek olarak Efes kenti "arı"yı, Side kenti bolluk ve bereket sembolü "nar"ı, Atina kenti "baykuş"u ve Foça da "fok balığı"nı simge olarak kullanmış ve paralarını işaretlemiştir. Kesin ve kaçınılmaz olarak, paranın değeri alaşımının yapısı ve ağırlığına göre saptanıyordu. Başlıca değerli maden olarak altın, gümüş ve bakır çeşitli alaşımlar halinde kullanılırdı. Fakat paralar basıldıkları kent ya da ülkeye göre özellikle ağırlık açısından büyük farklılıklar gösterirlerdi.
"Gerçek para" olarak nitelendirebileceğimiz bu paralar, iki kalıp arasında sıkıştırılan maden levhacıklarından çekiç ya da balyozla vurularak yapılması yani basılması sonucunda, genelde düzensiz bir daire şeklinde olurlardı.
Daha sonra ilerleyen devirlerde para görünüş olarak büyük aşamalardan geçti. Tanrıyı ya da politik lideri temsil eden motifin yanısıra, paranın üzerinde daha ince ve daha uzun bir hazırlık gerektiren yazılar da yer almaya başladı. Değeri ve hatta basıldığı "darphane" bile artık belirtiliyordu. Bazı fırsatçılar sadece iki yüze yapılan baskıyla hazırlanan paraların kenarlarından ufak parçalar kopartıyorlardı. Bu da paranın ağırlığının ve dolayısıyla değerinin azalması sonucunu doğuruyor ve kabul edilmesini, dolaşımını zorlaştırıyordu. Bilezik şeklinde hazırlanan bir kalıpla paranın kenarına yazı ya da çeşitli şekillerin basılması bu "ince hırsızlık" olayının sona ermesini sağladı.

Diğer taraftan, paranın özelliklerindeki değişiklikler o ülkenin parasal durumu hakkında bir fikir veriyordu. Paranın ağırlığının ya da alaşımındaki en değerli madenin azaltılması hiç de gıpta edilecek bir durum değildi; o ülkenin ekonomisinde bir takım sorunları olduğunun göstergesiydi. Osmanlı döneminde genellikle "lira"lar altından, "kuruş"lar gümüşten ve bir kuruşun kırkta biri olan, bugün uzak bir anı olarak artık tarihin derinliklerinde kalan "para" da bakırdan basılmış olurdu. Ancak Sultan Reşat döneminde, parasal durum o denli sallantılıdır ki, küçük değerlerdeki meskukat, yani madeni paralar (5 para, 10 para, 20 para ve 40 para) Almanya'da nikelden bastırılmıştı. Bakırdan dahi basılamayan bu paralara halk "madeni" anlamına gelen Fransızca kökenli "mètallique" yani "metalik" sözcüğü yerine "metelik" adını vermiştir. Bir değer sıralamasında en altlarda yer alan nesneler için söylenen "metelik bile etmez" deyimi de bu durumdan günümüze kalan bir anıdır.
Uzun, ama çok uzun bir süreçten geçerek ortaya çıkan para, nispeten kısa sayılacak bir süre içinde çok önemli değişikliklere uğradı: Önce şeklini değiştirdi, sonra da özünü.
Bir ülkede para basma ya da çıkartma hakkı normal olarak o ülkenin bağımsızlığının bir göstergesidir. Yani para devletin güvencesi altındadır. Başlangıçta bu "güvence", paranın kendi yapısında yani madeninin değerindeydi. 22 ayar altından 7,2 gr. olarak basılan bir altın Osmanlı Lirası'nın (bugün de Cumhuriyet Altını) zaten kendisi bir değer koruma aracı ya da tasarruf aracı olarak kabul edilir. Bu para her zaman ve her yerde 22 ayar 7,2 gr. altının değerinden işlem görecektir.
Ancak zaman içinde gelişen ve dal budak salan mal takası, sonunda "ticaret" adını verdiğimiz bir etkinlik alanını oluşturmuş ve yüksek miktarlarda paranın el ve yer değiştirmesini kaçınılmaz kılmıştır.
Banka notlarından "banknota"
Bu yeni durumda da bir çözüm bulunması gecikmemiştir. Parasal hareketler artınca sadece bu alanı kendilerine iş sahası olarak seçen, "bankerlik" ya da "bankacılık" adını verdiğimiz yeni meslek türleri, uzmanlık alanları kendini göstermiştir. Aslına bakarsanız tarihin kaydettiği ilk "bankalar" antik dönem tapınakları ve ilk "bankerler" de bu tapınaklarda görevli rahipler olarak karşımıza çıkıyorlar. Tapınağa sunulan adak ve diğer değerli nesneler, bu rahipler tarafından satılıp paraya çevriliyordu. Bu para da daha sonra belirli bir "bedel" karşılığında gereksinim duyan tüccarlara veriliyordu. Afrodisyas antik kentinde, Afrodit Tapınağı'nda bulunan ve tarım ürünlerinin tapınak açısından değerlerini listeleyen, mermerden yapılmış "borsa taşı" bu çalışmaların bir kanıtı ve kalıntısıdır.
"Bizimkent"te bulunan "Banker" ya da "Banka", oldukça uzakta bulunan "Sizinkent"teki meslektaşına bir mektup yazarak ödeme işlemlerini gerçekleştirmeye başladılar. "Yazmış olduğumuz bu notu getiren kişiye şu kadar miktarda para ödemesi yapınız; karşılığı nezdimizde güvence altına alınmış ve sizin için rezerve edilmiştir" şeklinde bir ibare taşıyan bir kağıt parçası, kendisinin bir öz değeri olmadığı halde "şu kadar miktar para"nın önem ve itibarını yani değerini yüklenmiş oluyordu. Birkaç gün sonra da ters yönden gelen bir başka notla, ödeme emriyle olay tamamlanıyor ve bankalar karşılıklı olarak para takası yapıyorlardı. Belirli bir dönem sonunda da bir takas odası kuruluyor ve "ben senin için bu kadar ödedim, sen benim için şu kadar ödedin, topla, çıkar, bana daha ödemen gereken miktar da o oluyor" diyerek sulh yapılıyordu. Böylece her seferinde para dolaştırmak yerine, üzerinde rakamların yazılı olduğu banka notları ortada dolaşıyordu. Bu işlemlerin devlet ya da yetkili kıldığı bir kurum tarafından daha sık yapılması sonucunda da bu banka notları "banknot"a dönüşüyordu. Özetlersek, kendine özgü bir değeri olmayan bir kağıt parçası, üzerine yazılan ve yetkili kişiler tarafından karşılığı garanti edilen para kadar bir değere kavuşuyor ve kendisi bir takas aracı ya da ödeme aracı olarak paraya dönüşüyordu. Böylece para, maden olarak dolaşmaktan çıkıyor ve onun madeni değeri dolaşıyordu. Kendisi değil, değeri somut olan bir para türü doğmuştu: Banka notları ya da "banknotlar."

Örneğin, 1840 yani hicri 1256 yılında Sultan Abdülmecid ilk kâğıt paralarımızı çıkartmıştır. Almanya'dan altın üzerinden alınan borcun tutarı garanti olarak gösterilmiş ve piyasadaki madeni paranın yerine "ikâme" edilmek üzere kâğıt paralar basılmış ve "kâime" adıyla anılmıştır. Her ne kadar soru, bugün halk arasında "kaç yeşil ödedin?" şekline girmişse de, bu soru aslında "kaç gayme ödedin?" şeklinde kullanılırdı.
Başlangıçta doğal olarak bir güven eksikliği nedeniyle pek tutulmayan bu kâimeler, çeşitli emisyonlarla arttırıldı. Yıllar sonra bir büyüğümüzün "Alışırlar! Alışırlar!" sözleriyle vurguladığı gibi halk da sonuç olarak kâimelere, ister istemez alıştı. Ancak karşılıkları da son kuruşuna kadar ödendi; elbette Osmanlı değil Cumhuriyet yönetimi tarafından. Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kâğıt paraları 1928 yılında Maliye Vekâleti tarafından tedavüle çıkarılan ve eski yazı Türkçe ile Fransızca ibareler taşıyan 1, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1000 liralık 7 adet kupürden oluşan ve karşılığı bulunan paralar olmuştu.
Değerli madeni, piyasadaki banknotlara karşılık olarak, elinde tutan devlet ya da para basmaya yetkili kıldığı kurumun başındaki kişi, birgün hamamda yıkanırken hamam tasının suda yüzmesi sayesinde "özgül ağırlık" kavramını bulan Arşimed gibi "Buldum! Buldum!" diyerek haykırmaya başladı. Ve devam etti; "nasıl olsa değerli maden karşılığında garanti ettiğim banknotların toplamı aynı anda gelip karşılıklarını istemezler ve de isteyemezler. Ben de elimdeki karşılığa göre çok daha fazla bir miktarda banknotu piyasaya sürebilirim." İşte bu fikrin ticaret ufkunda belirdiği gün yeni bir para türüyle tanıştı insanlık. Devlet tarafından garanti edilen, ancak aslında karşılığı olmayan bir paraydı bu. Gerçek anlamda "kâğıt para." Değerinin sadece devletin güvencesine bağlı olduğu "itibari para." Bu tür paranın bizdeki ilk örnekleri 50'li yıllardan itibaren görüldü. Örnek vermeye gerek yok; cebinize ya da cüzdanınıza bakın yeter.
Aslında bugün artık karşılığı değerli bir maden olarak garanti edilmiş para tamamen tarihe karıştı.
Giderek gelişen ve "globalleşen" ticaret hayatı ve ilerleyen teknoloji sayesinde yepyeni para türleri gündeme gelmektedir. Ekonomideki işlevi ve etkisi bakımından gerçek paradan bir farkı olmayan fakat kendisi ortada görünmeyen bir paradır "kaydi para" dediğimiz tür. Bir banka ya da bankerlik kuruluşu kendisiyle çalışan bir müşterisine bir kredi açtığı zaman meydana gelen bir para türüdür.
Başlangıçta bir takas aracı olan para, zaman içinde ilişkilerindeki çeşitlenmenin sonucu olarak bir ödeme aracına dönüşmüştür. İşte bankasından bu krediyi alan kurum ya da kişinin kestiği her çek, bir para işlevi taşımaktadır. Ayrıca günlük ticaret etkinliklerinde kullanılan diğer ödeme emirleri, seyahat ve posta çekleri de aslında birer paradır.
Ancak teknolojinin yarattığı en son ve en ilginç para türünün "sanal para" ya da "plastik para" olduğundan sanırım hiç kimse kuşku duymayacaktır. Çalıştığınız yerde ücretiniz doğrudan doğruya elinize verilirse bu gerçek para sayılır. Oysa bir başka uygulamayla alacağınız ücret bir bankadaki hesaba yüklenir ve siz de oradan harcama ve ödemelerinizi yaparsınız. Bankadaki hesabınıza eklenen rakam, bir "kaydi para"dır. O paraya gereken hareketi veren araç da elinizde tuttuğunuz "banka kartı" ya da "kredi kartı"dır.
Genellikle değil, tamamiyle plastik esaslı bir maddeden yapıldıkları için bu kartların "plastik para" diye adlandırılmaları da boşuna değildir. Hesabınızda bulunan ve size ait olan paranın ötesinde, belirli kıstaslara göre saptanan bir krediyi de kullanabilirsiniz.
Bu arada çok kısıtlı konumlarda ya da özel durumlarda kullanılan para türleri de vardır. Bir örnek vermek gerekirse aklıma ilk hamlede "jeton"lar geliyor. Günlük yaşamımızdaki kullanımla bunlar da paradır. Vapura binmeniz gerektiği zaman gişeye gidip paranızı bir jetonla takas ediyorsunuz; değerini ödeyerek jetonu bir mal gibi satın aldığınız da söylenebilir. Ancak vapura binerken jetonu, sizin bir gereksiniminizi gideren bu hizmeti ödemekte kullanmaktasınız. Benzer yorumla devam edersek, her çeşit abonman kartı bir ödeme aracı olmalarından dolayı bir paradır diyebiliriz. Aynı şekilde yapmakta olduğunuz görüşmenin ödemesinde kullanılan telefon kartı da bir para türüdür. Gerçek paranın üzerinde satın alma gücünün değerini gösteren bir "rakam" vardır; oysa normalde jetonun değeri, kullanıldığı anda ona yüklenen değerdir.
"Para"nın başlangıçta bir takas aracı olarak ortaya çıkması, zaman içinde bir ödeme aracına dönüşmesi, herkesin kabul ettiği bir değer saptama aracı olması, değerler birikimi sağlayarak bir tasarruf aracı görevini yüklenmesinin gelişimi aslında insanoğlunun geçmişiyle tam olarak bağlantılıdır. Teknik olarak para, geçmişte bir ihtiyaçtan doğmuştur ve bugün gereksinimleri gidermek görevini sürdürmektedir.
Bu noktadan sonra "para" kavramına bir başka açıdan bakalım. Bu bakışımızda da para koleksiyoncularının gözlüklerinden yararlanalım.
Eski dönemlere ait paralardan bir koleksiyon yapmak elbette büyük bir çaba, oldukça önemli bir parasal güç ve sabır ister. Ancak işin en kötü tarafı bu paraların, o dönemler için belki de çok doğal, sanıldığından da çeşitli olmasıdır. Bir koleksiyona konacak malzemenin çeşitliliği aslında arzu edilen bir özelliktir; ancak bir noktadan ötede bu çeşitlilik dert açmaya başlar. Antikçağlarda ve özellikle Roma İmparatorluk döneminde her "kent" kendi parasını basmakla yükümlüydü. Ayrıca her imparator değişiminde, paralar da bir değişikliğe uğruyorlar ve değişik efiji, yani portreyle basılıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu'nda yerel para gereksinimini gidermek üzere yetkili kılınmış birçok yerel para basım kurumu yani "darphane" vardı; bu Osmanlı darphanelerinin tam bir listesi bugün bile mevcut değildir. Varın siz hesap edin çeşitliliğin seviyesini. Her yerde para basmak kaçınılmazdı. O zamanların iletişim olanaklarıyla paranın yer değiştirmesi günümüzdeki kadar kolay değildi. Günlük yaşamda gereksinim duyulan para da mutlaka bir yerden, bir taraftan bulunacaktı.
Bilindiği gibi o dönemlerde İmparatorluğun başkenti İstanbul'da bile Galata bankerlerinin kasalarında Osmanlı parasından çok, yabancı ülke, Avrupa ülkelerinin paraları ışıldıyordu.
Daha yakın dönemlerde de bazı özel koşullar, bu çeşitliliği arttırmıştır. Geçtiğimiz asırda, Amerika Birleşik Devletleri'nde Sivil Savaş yıllarında özel bankalar da para basma yetkisini almışlardı.
Paralardaki çeşitliliğin akıl almaz zorlukları

Atina kent devletine ait, elektron (altın ve gümüş) alaşımlı, yaklaşık İ.Ö. 430 yıllarına ait bir para.
Diğer taraftan, daha 70'li yıllarda İtalya'da "ufak para" ya da "bozuk para" diye adlandırdığımız küçük değerli kağıt paralar, kendi gereksinimleri oranında özel bankalar tarafından basılıyordu. Bugün bile Sovyetler Birliği'nin ortadan kalkmasından sonra oluşan ve toplam sayısını henüz bilemediğimiz birçok özerk ya da bağımsız devlet, kendi paralarını bastılar. Hatta aralarından bazıları, ikinci veya üçüncü emisyon ya da tertiplerini bile piyasaya sürdüler. Bir koleksiyon kapsamına alınacak malzeme ne kadar çok ve çeşitli olursa, koleksiyonu yapanlar da o denli mutlu olurlar. Ancak çeşitlilik bir noktaya kadar hoş karşılanır; o noktadan ötede artık dert açmaya başlar.
Paralardaki çeşitlilik günlük yaşamda da zorluklar çıkarmaktadır. Bir paranın bir başka paraya göre değeri yani satın alma gücü kesinlikle farklıdır. Örneğin, 1 Türk Lirasının 1 Amerikan Dolarına göre alım gücü, bugün için, 270 bin kez daha düşüktür. Ekonomide buna Fransızca kökenli bir sözcükle "parite" deniliyor. Tek taraflı işlemler bir dereceye kadar kolay çözümleniyor. Cebinizde Alman Markı var, Almanya'ya gidiyorsunuz; sorun pek çapraşık değil. "Şu kadar mark, şu kadar lira ettiğine göre..." der ve işinizi yaparsınız. Ancak cebinizdeki marklarla İtalya'ya giderseniz sorun biraz daha çapraşıktır. "Şu kadar liret, şu kadar mark ettiğine göre..." demek yetmiyor ve bu orantıyı bir de lira açısından kurmak, en azından içgüdüsel bir zorunluluk oluyor. Mark-lira arasındaki parite ve mark-liret arasındaki parite, size, lira-liret arasındaki pariteyi tam olarak vermez. Lira, Türkiye'de ulusal para olduğu için daha değerli, İtalya'daysa yabancı para olduğu için daha az değerlidir. Böylece mark, liret ve lira arasında bol bol çarpma, bölme, toplama ve çıkartma işlemleri yaparak hem ilkokul diplomanızı gerçekten hak ederek almış olduğunuzu kanıtlar hem de "Uluslararası Bulmaca Olimpiyatları"na kolaylıkla katılacak bir beyin ve zeka kıvraklığına ulaşırsınız; ancak işin sinirsel yönünü pek bilemem.
Bir de düşünün ki, bir firma sahibisiniz. Firmanız Fransız, Alman, İngiliz ve Avusturya bankalarından oluşan bir konsorsiyumdan kredi alıyor ve bunu İspanya'dan yapacağınız dış alımda kullanıyor. Kredinin ödenme karşılığı olarak da Belçika, Hollanda ve Danimarka'ya yapacağınız dış satımın gelirlerini düşünüyorsunuz. İşlemler sonunda, sanırım, ulaşacağınız beyin kıvraklığı değil "uluslararası" hatta "Gezegenlerarası Tüm Yarışmlar Olimpiyatına" katılmanızı sağlayacaktır.
PLASTİĞİN TARİHİ
Londra’daki ünlü Bilimler Müzesi de, dünyanın ilk sentetik malzemesi plastiğin icat edilmesinin 100. yıl dönümünü kutlamak amacıyla, Ocak 2009’a kadar sürecek özel bir serginin açılışını yaptı.
Serginin açılışında küratör Allison Conboy, insan yaşamının ayrılmaz parçası haline gelen, tamamen sentetik ilk materyal olan bakalitin icadını kutlamanın gerekliliğine işaret etti.
Belçika kökenli ABD’li kimyacı Leo Baekeland bilimsel adı fenol-formaldehit polimer resin olan bakaliti 1907’de icat ettiğinde, bu materyalin bu kadar değişik türünün üretilebileceğini ve günlük yaşamın böylesine vazgeçilmez bir unsuru olabileceğini düşünmemişti.
İngiliz bilim adamı Sir James Swinburne de aynı formülü bulmasına karşın, bir gün gecikmeyle patent dairesine götürmesi nedeniyle geç kalmıştı.
Kolayca şekil verilebilmesiyle geniş bir kullanım alanı bulunan bakalit, zamanla PVC, naylon, polyester gibi değişik türlerle insan yaşamının her alanına girdi.
Plastiğin 100 yıllık geçmişinin anlatıldığı ve 400 parçanın bulunduğu Londra Bilimler Müzesi’ndeki sergide, tamamen biyolojik olarak çözünen çevre dostu malzemelerden üretildiği için plastiğin yarattığı çevre kirliliği çözüm olabilecek, fütüristik bir plastik araç gibi ilginç uygulamalar dikkat çekiyor.
Günümüz teknolojisinde plastik çoğunlukla yenilenmeyen enerji kaynaklarıyla üretiliyor ve üretilen plastiğin yüzde 90’ı geri kazanılmıyor. Bu nedenle çevre kirliliğinde büyük bir olumsuz etki yaratıyor.